Yemek Sanayicileri Dernekleri Federasyonu (YESİDEF) genel kurulu İstanbul’da yapıldı. Genel Kurul’da yapılan seçimde Hüseyin Bozdağ yeniden YESİDEF Başkanlığı’na seçildi.
Federasyon bünyesindeki dernek başkanlarının ve genel delegelerin katıldığı Genel Kurul’da, tek liste ile seçime gidildi. Mevcut başkan Hüseyin Bozdağ oybirliği ile yeniden YESİDEF Başkanı oldu.
Yapılan seçim sonucunda Federasyon Yönetim Kurulu Üyeliklerine şu kişiler seçildi.
Bozdağ ve yeni yönetim kurulu 3 yıl süreyle görev yapacak.
YESİDEF, Türkiye’nin değişik kentlerinde yer alan yemek sanayici derneklerinin üst örgütü. Federasyon Başkanlığı’na yeniden seçilen Hüseyin Bozdağ, aynı zamanda TOBB Hizmet Sektörü Meclisi Başkanlığı, DEİK Türkiye-Katar İş Konseyi Başkan Vekilliği, Hadımköy-Arnavutköy Sanayici ve İşadamları Derneği başkanlığı görevlerini de yürütüyor.
Bozdağ, seçimden sonra yaptığı açıklamada, sektörün nitelikli personel, hammadde temini konularında önemli sorunları bulunduğunu, gıda ürünlerinin fiyatlarında yaşanan yüksek oranlı artışların sektörü zorladığını söyledi.
Büyük bir keyifle ve hayatınıza dokunacak satırların altını kurşun kalemle çizerek okuyacağınız bir kitap:
Bir insan düşünün ki; dünyanın sadece kendilerine ait çay ocağından ibaret olduğunu sansın!
Ya da küçük atölyelerinden ibaret olduğunu…
Veyahut da en çok da tost yapılan bir büfe ve üzerine birkaç masa ve sandalye atılabilen bahçesinden ibaret…
Belki de en son babasıyla birlikte kurdukları bakkalı ya da büyük bir cesaretle gözünü karartarak, üstelik de bir dostundan aldığı 250’şer liralık sekiz adet çekle kendine ait kurduğu tabldot mutfağından ibaret olduğunu sansın, içinde bulunduğu dünyanın büyüklüğünü!
Bir zaman sonra dünyanın bunlardan ibaret olmadığını fark ettiğinde ise geriye dönüp, kendisiyle şöyle bir konuşma yapsın:
“Evet, hayat bunlardan ibaret değilmiş, ama hayatın zorluğu, ya da kolaylığı bunlarla başlıyormuş.” desin.
Bunu derken de hayatın ne olup olmadığını fark edecek olgunluğu yaşıyor olsun, henüz farkında olmasa da.
Evet; çay ocağı çok para kazandırmıyormuş bu doğru. Ancak yaşamın kendine has kurallarını ve bir sosyal varlık olan insanı, içinde bulunduğu ortamda nasıl sosyalleşmesi gerektiğini, nasıl özgüven sahibi olabileceğini, geriye dönüp baktığında, insanın kendisine çok da güzel gösteriyormuş.
Hayat yolculuğuna başlarken, her adımını attığında hayat; seninle acı-tatlı, güle oynaya belki de dalgasını geçercesine, kendisinin hafife alınmaması gerektiğini öyle güzel öğretiyormuş ki -insan o an fark edemese bile- hayatın içinde büyümeye başlandığında, hele bir de ‘özgüven’ diye bir şeyin varlığını fark ettiğinde, hayatın insana neler öğrettiğini o zaman dahi iyi fark edebiliyormuş.
Hüseyin Bozdağ da; hayattan neler öğrendiğini, başka bir deyimle hayatın ona neler öğrettiğini -yıllar sonra da olsa- çok da güzel anlamıştı.
O, oğlunu özleyen bir babanın, oğlunu görmek istemesi sonucu, oğlunun ve büyük kızının İstanbul’a gelmesiyle birlikte, daha ne olup olmadığını dahi bilemediği yaşam denizine -yüzmeyi bilemese de-dalıvermişti bir kere… Hüseyin de onun ablası da!..
Can simidi babalarıydı ya, sonra da o babasına can simit olacaktı.
Hayat böyle bir şey işte. Bir bakmışsınız roller değiştiriveriyor.
Onun ustası… hocası… patronu… önderi olan babasıyla, hep onun gölgesinde onunla birlikte bir güzel hayata direnirlerken, ne zaman olduğunu, nasıl olduğunu dahi hatırlamadığı bir zaman diliminde, artık o büyümüş ve babasının elinden tutmayı çoktan öğrenmiştir aslında.
Öyle diyordu işte:
“Hayat; babasının oğlunun elinden tutup, berbere götürdüğü ile oğulun, babasının koluna girerek onu berbere götürdüğü süreçten ibarettir aslında.” diyordu Hüseyin Bozdağ.
Öyle diyordu, babasıyla birlikte geçirdiği ve nasıl geçtiğini dahi hatırlamadığı yılları anlatırken:
“Nasıl geçti habersiz babamla olan yıllarım” diye aklından geçirmiş olsa da farkında bile olamadan büyüyüvermiş, o büyürken de yaşlanıvermişti babacığı.
İşte tam da böyle, –farkına varılamasa da– bir ‘Yer değişim sürecidir’ hayat denilen o süreç.
O süreci de insanoğlu hep yaşayacaktır da esas olan, o sürecin yaşanması değil, nasıl yaşandığıdır.
İşte Hüseyin Bozdağ:
“Bu süreçte, iki yönlü hayat çizgisinin bana öğrettiklerini aklıma ve gönlüme yerleştirmekle kalmayıp, ayrıca kendime de düstur edinirken, babaların çocuklarına sahip çıktığı gibi, genç babaların da yaşlı babalarına sahip çıkmaları gerektiği, bu konuda var olan hassasiyeti bizim olan değerlerimizi kaybetmeden önce, onlara (anne-babaya) sıkı sıkı sarılsak diyorum.” derken, o genç baba; bir taraftan kendisinin değerlisine, diğer taraftan da geçmişine sahip çıkıyor sayılmaz mıydı?
Sayılırdı elbette…
Babası gözünün önündeki evladının büyüdüğünü henüz fark edemese de hayatın zorlu, insanı yıpratan, çetin ve ketum yüzüyle karşılaştığı andan itibaren, aynı hayatın çetin dirençli, mücadele yanıyla da yüzleşmeyi göze almamış mıydı yoksa küçük Hüseyin?
Kâh, o galip gelir mutlu olur; kâh hayat, onun bilemediği oyunlarıyla karşısına çıkar ve üzüverirdi Hüseyin’i.
Hem böyle böyle yetişmeyecek miydi, büyümeyecek miydi küçük Hüseyin?
Ne var ki yine de her seferinde de hayat:
“Asla vazgeçme!
Hayallerinden vazgeçme ve mücadeleni sürdür, çünkü sen başarabilirsin, başaracaksın. İnandığın yolda tek başına bile olsan geri dönme!” diye de fısıldamıştı küçük Hüseyin’in kulağına.
O ise; hayatın kendisine verdiği bu küçücük tüyolar, onu uçurmaya itivermiş ve içindeki o gençlik enerjisiyle bir anda nerelere gelmemişti ki?
Kendi sektörüyle ilgili sektörünü temsilen Avrupa Birliği’nde, Avrupa Catering Birliği’ne dahi yine onun azmi, inancı ve pratik zekasıyla daimî üye olmayı dahi başarmıştı.
*
Az şey miydi bütün bunlar?
Önünde durabilene aşk olsun!
Hani insan en sevdiği ile imtihan edilirmiş ya, Hüseyin Bozdağ da kendisi için özel olacağını bildiği, ancak bilmediği bir işin peşine, yani makine aksamı üretim sanayiciliğine soyununca…
Birlikte yol aldığı ‘Can dostum’ dediği dostuna, istediği her şeyi verince, kimselerle paylaşamasa da içine bir kurt düşmüştü.
Güvenmişti… ama kontrol edememişti.
Onun için yaşam onu, ikiye ayrılan bir kavşağın tam orta yerine bırakıvermişti.
Bir taraf; yemek sanayi tarafı ve onun için güneş kadar parlak ve aydınlık bir yol…
Diğer tarafı, magnezyum metalden, otomobil ve beyaz eşya yedek parça yapıyor oldukları tarafıydı.
İşte bu tarafz o; fluluktan karanlığa doğru hızla yol alırken, bir türlü olumsuz gidişe engel olamamaktaydı.
Nasıl ki bir kötünün yedi mahalleye zararı vardı, onun da bir yanlışı bütün hayallerinin yıkılmasına yetecekti aslında ya, o bunun henüz farkında dahi değildi.
İki farklı sürecin yönetimine yetişmeye çalışan Bozdağ, bir de bakmıştı ki kelimenin tam anlamıyla 20 yılın tecrübesini bir tarafa bırakırsak -ki elbette o en büyük sermayesiydi bir anlamda- ‘yani çırıl çıplak, meteliksiz ve üstelik de 4 trilyonluk bir borçla öylece kala kalmıştı.
İşte tam da o zaman; hayat ona -sınavda başarısız olduğundan- çalışması için şu dersi vermişti sanki.
“Güven… ama kontrol et. Kontrol et, çünkü; güven kontrole mâni değildir” demişti.
Ve hayat Hüseyin Bozdağ’a; işleriyle ilgili yaptığı sınavda maalesef sınıfta bırakmış, sonrasında ise yeniden hayata tutunabilmesi için artık edindiği tecrübelerini de yanına alarak, dersine çalışmaktan, hayatın içinden eskisinden de yoğun bir şekilde mücadele etmekten başka bir şans vermemiştir.
Allah’tan ki o, çelik gibi bir iradeye…
Muhteşem bir özgüvene…
İnanılmaz bir meslekî bilgi ve tecrübeye sahip olmanın gücü ve özgüveniyle…
Müşterileriyle kurduğu insanî ve ticarî ilişkilerinde gösterdiği hassasiyetle…
Elde ettiği muhteşem başarısı nedeniyle, karşı taraf üzerinde öteden beri süregelen güvenirlik imajıyla, yarınlara dair neler yapabileceğini çok iyi biliyordu.
Ve içinde bulunduğu en zor günlerinde, hep yanında olan canı, kardeşi Nusret Bey, her durum ve şartta onu yalnız bırakmamış …
Kârda ve zararda…
İflasta ve icrada…
Birbirlerine asla sırt dönmemişler, her daim birbirlerine güç vererek, yürüyüp gitmesini bilmişlerdi.
Hayatın, belki de Hüseyin Bozdağ’a en büyük hediyesi, hiçbir şekilde Abi’sini yalnız bırakmayan Nusret Bey gibi bir yol arkadaşının olmasıydı.
O nedenle; bütün içtenliğimle: böylesi insanlar kendi çekirdek aileleri ve büyük aileleri için çok büyük kazanım ve değer olmakla birlikte, aynı zamanda ülke için de önemli birer kazanım ve değer olduklarının altını çizmek isterim.
*
İşte tam da burada, bu düşüncemi sizinle paylaşırken, Sayın Bozdağ’ın anlattıklarından…
Anlatırken beden dilinin, dünlerdeki yaşadıkları hissiyatı, aradan on yıllar geçmiş olmasına rağmen, hâlâ da hissediyor olmasını görmek, hiç de zor değildi.
O, yine ve yeniden kocaman ve saygın bir iş adamı olarak prestijini ve saygınlığını elde ettiği yaşam tecrübesiyle yeniden pekiştirerek, kendisini yukarılara taşımış, mesleğine ve kendisine olan inancını bir kere daha kanıtlamıştı. Zaten o yüzden de saygı adına bütün övgüleri hak ettiğini düşünüyorum.
Ne yalan söyleyeyim Sayın Bozdağ’ın hayat hikâyesini anlatımından çok etkilenmiştim.
Önümdeki sehpanın üzerinden aldığım peçeteyle gözlerimde biriken ve akmak için direnen gözyaşlarımın akmasına izin vermeden silerken, karşımda duran o önemli insan, yeniden kendini toparlayarak:
“Nerede kalmıştık…” deyip, hikâyesine kaldığı yerden devam ediyordu.
*
İşte siz elinizdeki bu kitapta; o insanın, nereden gelip nasıl bir hayat sürerek neler yaşadığını…
Kendini nasıl yetiştirdiğini…
Kendisindeki eksikleri görerek, kendisiyle nasıl dalga geçtiğini…
Kendisini fark edenleri nasıl da büyük bir vefa duygusuyla sahiplendiğini…
Ve bugün olması gerektiğine inandığı bu yerde, yaşanılan bütün olumsuzluklara rağmen tutunmasını bildiğini okuyacaksınız.
Ayrıca da böylesine yoğun bir tempoda ve hiç beklenmeyen bir şekilde âşık olunabileceğini dahi hepimize göstererek, kendisine şapka çıkarttırdığını da satır aralarında bulacaksınız.
Ben, Sayın Bozdağ’ın anlatımıyla kaleme aldığım bu güzel, önemli ve örnek olan özel hayatını, büyük bir keyifle ve mutlulukla düzenlemeye çalıştım.
Umuyorum ki siz de büyük bir keyifle ve hayatınıza dokunacak satırların altını kurşun kalemle çizerek okuyacağınıza yürekten inanıyorum.